8 Aralık 2013 Pazar

Odamda Tek Başıma

  
Loş sıkışmış bir odada birbirimize bakıyoruz. Kesişim alanımız son onbeş yıl. Anneannemi son gördüğüm gün. Birlikte fotoğraf çektiriyor olsak aynı kareye sığmayacak kadar uzağız. Belki bir an. Kahveyi önündeki sehpaya koyduğum o an  çekilmiş olsaydı sepya bir fonda gri elbise ve beyaz saçlı bir geçmiş önünde rengârenk tırnaklı, mini etekli, saçları örgü,renkli bir gelecek olurdu. Merak ederim nasıl görünüyorduk o odada ışık huzmelerinde uçuşan tozlarla. MargueritDuras geçmeseydi raftan elime,tekrar düşünür müydüm bu unutmaya çalıştığım anı bilmiyorum. Kırılma noktası.
O da on beş yaşındaydı. Ama benimki aşktan değildi. Aşktan olsun isterdim elbette. On beş yaşında anneanne ile o sarsıntı anında.
Niye gitmiştim bu heveslisi olmadığım eve tam hatırlayamıyorum.Hikâyeler hafızamda devamlı değişiyor. Annemin anlattıkları, benim anneme anlattıklarım ve yaşadıklarım... Okuduğum hikâyeler, izlediğim filmler bile yeniden yeniden kurguluyor kafamda bu mutsuz anıyı. Gerçek değişmiyor. Onu kurtaramadım. Beynim ne kadar tamir etmeye çalışsa o çocuk yaşta, çocukça hata kahreder beni altmış dört senedir. Hafızam artık zorlanıyor. Her şey gittikçe siliniyor. Farkındayım.

Gri elbisesiyle oturuyordu köşesinde. Bakıcı kadının onu bıraktığı şekilde. Açma sakın denilen kapıyı ilk çalışta açmıştı yine. Suçlu suçlu sinmişti rengini yitirmiş, bir zamanların parlak yağ yeşili kadife koltuğuna. Bu koku ve ağır akan yaşlı zaman. Birkaç lira koparmaktan başka niyeti olmayan bir torun. Değerdi cebime sıkıştıracağı paralara. Sıkıp dişi oturmaya değerdi. Ufacık bir kadın. Saçları öylesine beyaz, teni ise inadına koyu. Esmermiş bir zamanlar. Kaskatı bakışları olan  yaşlı kadının yüzüne bu mutsuz ifade çok genç yaşta yapışmıştı belli ki. Bir gün bir şeylere küsmüş ve kimse gönlünü almaya yanaşmamış, o yüzle de yaşlanmıştı. Bir bana bakarkengördüğü gençliğine gülümsemeye çalışırdı. Yüzü garip bir hal alırdı. Ürkerdim. Hemen sonrasında da gençliğini harçlıkla onurlandırırdı. Rüşvetle gelen gençliğine gerekeni yapardı. “Ben!” derdi... “Ben de senin gibi güzeldim. Şansın bana benzemesin.” Ama hiç bir zaman beni sormazdı. Şimdi şimdi düşünürüm ben onu ne kadar tanıyorsam o beni çok daha az bilirdi. “Anneanne sen hala güzelsin.” Aynaya bakmayalı, camda yansımasını görmeyeli ne kadar olmuştu bilemem. Hep eskiden derdi. Eski kokardı ağzından dökülen birkaç söz.

Odanın içinde derin sessizlik vardı o gün de. Büfedeki tozlu porselen kadın biblosuna mutlaka dokunmuşumdur. Yalnız bir kadın biblosu. Ben ise onun dantelden yapılmış elbisesine dokunurdum. Saatin tok, tik takları. O tükenen zamanını dinliyordu, ben tükenmek bilmeyen zamanı. Bundan eminim.
O havasız, sıcak odada, yaz sıcağında kalın çorapları ve yün kokan elbisesiyle bir yaşlı kadın ve hayatın içine koşmaya hazır  kıpır kıpır bir genç kız. Meğer üşünüyormuş. Yılların varlığı üzerinden eksildikçe insan üşüyormuş.
Diz ağrısının ne demek olduğundan bihaber çocuğa dizlerinin ağrısını anlatıyordu her zamanki gibi. “Annen!” diyordu, “Yine yanlış doktora götürdü beni.” Kız bilmez. Yanlış doktora nasıl götürür profesör anne anlamaz. Sadece oturur. Anlamaya çalışmaz.
Kahve yapayım demişimdir herhalde. O da hiç sekmeden, bıkmadan usanmadan her zaman tarif ettiği gibi kahvenin, cezvenin, fincanın, dantelin, tepsinin, su bardağının ve suyun yerlerini tarif etmiştir bu umursamaz kıza. Kız o kadar umursamaz değildir bu saplanıp kalmış bedene acıyordur. Bu ateşi sönmüş gözlere.
Ne öncesini, ne sonrasını düşünürdüm bu bedenin. Sanki o hep orada anneanne olarak var edilmişti. Hayatında kaç on beş yılı vardı hiç aklıma bile gelmezdi. Bir hayatının, bir geçmişinin olduğunu, sarsmasa da hikâyeleri olduğunu düşünmezdim. İçinden mırıldandığı hangi şarkıydı acaba?

Kahveyi getirmiş, yanındaki sehpaya koymuştum. Odanın sessizliğini dolduran saat sesine karışan o uğultu. Her canlı canlanırmış yer depreşirken. Ayaklarının altındaki toprak öfkeliyken. Yaşlı kadın, o durağan, atıl kadın da canlandı. Bunu çok iyi hatırlıyorum. "Anneanne dur ne yapıyorsun!"diyor bir yandan da haline katıla katıla gülüyordum. Durdurmadım. O uğultulu sallantı arasında yaşlı kadının hırkasını, çantasını, eşarbını, ilaçlarını, iki gümüş aynayı, tansiyon aletini alışını, ağrıyan dizleri ile seke seke koşuşunu anlatacak bir hikâye bulmanın coşkusu ile kahkahalar atarak izliyordum ki şu ana kadar hiç anlatamadım. Gülüyordum. Kapıyı açıp merdivenlere yönelebilecek kadar atik olacağını hiç düşünemedim. Beni bırakabileceğini düşünemedim. Kalan bütün nefeslerini toplayıp kendini dışarı attı. Sarsıntının durduğunu fark etmedik. Merdiven korkulukları sallandı. Yaşlı vücudu, ağrıyan dizler yalpa yalpa, çarpa çarpa yuvarlandı. Saçılmış eşyalarının ortasında hareketsiz kaldı. "Anneanne!" diye seslendiğimi biliyorum. Sonraki dört gün boğazımdan ses çıkma. Güvende olduğunu hissetmek için içine girmekten korktuğu toprağa ayak basmaya çalıştı yaşlı kadın. En azından çabaladı.

Sadece yazmak istedim. Anlatacak sızlanacak çocuklarım olmadı benim. Dizlerim ağrıyor. Benim de yüzümde yapışmış acılar var. Aynaya bakıp görüyorum. Her çizginin derinlerinde geçmiş var. Gençlerin merak etmeyeceği, daha büyüklerin dinlemek istemediği sadece insanın kendisini ihtiyarlatan hikâyeler var.

2 yorum :

  1. Bir gercek bu kadar canlı ifade edileblirdi diye düşünmekten kendimi alamadım. Dizlerim üşümeye başladı. .

    YanıtlaSil

Blogger Template by Clairvo