28 Ekim 2013 Pazartesi

CUMHURIYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!



Elimde taşıdığım bez değil...başım üstü dalgalanan;kanla,canla yazılmış bir tarih.
Diğer elimdeki meşale değil...her adımda aydınlıkta olma gayreti. Yürüdüğüm asfalt, yol değil...emanetim.Bağırdığım umutlarım hiç değil...saf gerçekler.

1 yorum :

27 Ekim 2013 Pazar

Fesleğen

Bugün seni hiç düşünmedim. Çünkü bu sabah günün doğuşuna kalkmadım.
Uyandığımda kahvaltı saati çoktan geçmişti. Sade kahve yaptım. Fal kapamadım son yudumumda. Çıktım evden, hava bulutluydu, serinceydi, canlı hissettim düşen bir iki damla yağmurun altında.
 Semt pazarı kurulmuştu aşağı sokakta her perşembe olduğu gibi. Elimde arabam, çiçekçilerin arasından daldım kalabalığa, fesleğen kokusunu burnuma çekerek. Kadınlar, adamlar, ellerindeki torbalar hayata kaç kişi baktıklarının izlerini taşır gibi. Rengarenk tişört tezgahlarında kendinden geçmiş kızlar, kara ellerin doldurduğu kirazlar. Hint eşyaları satan bir tezgahta gözüme ilişen bir ayna kesti yolumu. Elime aldım, oymalarına dokundum. Nilüfer çiçekleri vardı boy boy, gözümde bir kara, kavruk oğlan; oymacı oyarken neler düşünür? Fiyatını sordum satıcıya; iki kilo iyi cins papaz eriği kadar. Arabaya sebzelerin yanına yerleştirdim.
 Dönerken küçük bir saksı fesleğen de aldım.
 Pazar, kaos çok güzeldi. Evde ilk işim aynayı çıkarıp duvara asmak odu. Alışması için fesleğeni camın içinde pazarda olduğu gibi serin gölgeliğe yerleştirdim ve suladım. Sonra ver elini mutfak. Yeşillikler, baharatlar, kokular. Ocaktan yükselmekte olan duman. Kaç saat daha geçmiş onun da farkında değilim.
 Akşam yemeği için masayı kurdum ve seni düşünmeye karar verdim. Bu sefer cam tarafına ben oturdum, karşımda ben. Oyma nilüferler arasından bakıyordum… sana… ama uzaktan… kalktım hızlıca masayı duvara yapıştırdım. Şimdi daha yakındım. Anlamaya çalışıyordum; sen olmak ve bana bakmak ve vazgeçmek. Bir kaç çatal aldım karnıyarıktan… acı midemi ağrıtır, niyeyse acısını kaçırmışım pişirirken tam sevdiğin gibi. Aralık pencereden burnuma hafif rüzgarla o çok sevdiğin fesleğen kokusu doldu, kulağıma sesin “fesleğen kokan yarim” … 
Midem ağrıyor şimdi… sen olmayı beceremedim…anlamak istemedim belkide.
 Ama iyileşiyorum bunu fark ettim…gün boyu seni hiiiiççç düşünmedim.

2 yorum :

25 Ekim 2013 Cuma

...bir yol!

Bir yol! Yürüyorlar. Belli, belirsiz izlerini bırakıp ömrümden geçiyorlar.

0 yorum :

22 Ekim 2013 Salı

Cepte Unutulan Para

Tam üç yüz lira. Bir montumun cebinde. Gel de inanma hikmete, mistik düşüncelere. Nasıl unutur insan? Tam üç yüz lira. Ödenecekler listeleri... Cüzdan kuruş kuruş hesaplanmakta. Ali, Veli takke değiştirip duruyor etrafımda. "Nereden bulacağım?" kemiriyor sinsi sinsi. Tamam iki ay sabrederim... Yalan! Ancak iki gün sürecek sabır... Hayal kur! Otur hayal kur! Bu senin seçimin. Otur adam gibi Evren'den iste... 

Evren'den gerizekalı olmayı iste. Cebinde üç yüz lira unutup kredi kartına borçlanmayı. Sonra da bulup " Evren sen ne muhteşemsin!" diye ermiş edayla ağdalı nağmeler at! Bulduğunu faize yatır.  Karikatür geliyor aklıma. "Evren'e pozitif düşünce göndermiş miydiniz?" diye soran bir uzaylı..."Evet!" gözleri çakmak çakmak azıcık ahmak Dünyalı. Kilit cümle " BEN ONU YEDİM!" Yesin tabii. Ben unutayım Evren ödülü üstlensin. Tam üç yüz lira. Eski tabirle üç yüz milyon lira. Evren'im benim. Elimde paralar, hırsımdan göz pınarımda damlalar...

0 yorum :

...


                            Ne de hızlı kokuşur öldürülmüş zaman leşi!

0 yorum :

21 Ekim 2013 Pazartesi

Cihangir'de

 
 Cihangir’de


  Bütün sanatçıları uykuda mı Cihangir’in? Simitçi ayakkabı boyacısı ile sohbette boş tezgahının ardında. Saat sabah dokuz buçuk. Beklenen simitler yeni geldi. Hayat sabahın yedi buçuğu kıvamında.
   Firuzağa Camii önü. Rehavet her yerde hissediliyor. Fazla anım yok benim bu sokaklarda. Doğru değil! Hatırladığım hiç bir anım yok. Henüz içine girip dolanmamışım. Ne noktasına ,ne virgülüne heyecanla bakmamışım. Önceleri girilemez bir bölgeymiş izleğimde, sonra da girmemi gerektirmeyecek bir yer olmuş.

     “Şu taraf Çukurcuma’ya gider. Bu taraftan Taksim’e çıkarsın. Manzara istiyorsan o tarafa … Peki turşucuyu biliyor musun ?” “Hayır.” “O şu tarafta.”
    ! Şu taraftan gezmeye başlayalım diyen üç kişiyiz. Turşu suyu çekti. Bilincin altı,üstü bir olup şu tarafı seçti. Orada çocukluğumuzdan dem vurup turşu bardağı tokuşturmak var. Şerefe deyip kahkaha atmak. Orada dört olup yola yine üç devam etmek var.

    Kapının hemen önünde pembe zeminde yavrulamaya ramak kalmış bir kedi. Güneş vurmuş üstüne. Bir zaman evvel içeri giren üç büyük, üç çocuk olup çıkmışlar turşu suyu hikmetiyle. Pembe zeminde hamile kedi. Naifiz. İlk “aaaaaa…” yı salıveriyoruz hep bir ağızdan.
    Yol boyunca her fırsatta salıvereceğimiz “aaaaaa…” ların ikincisi ,ama dehşetlisi başımızı kediden yola çevirir çevirmez çıkıveriyor. Bir tabureye oturtulmuş bedensiz ama elbiseli bir cansız manken. Başında siyah fötr şapka, ağzına sokulmuş sigara, eller bilekten kesik, tam önünde,gri asfalt zeminde bir paket Marlboro. Bir kaç canlı adam taburede yanıbaşında. Hayallerindeki kadını ancak bu şekilde oturtabilmişler dizlerinin dibine.Çocukluktan geri sıçrayış. Anne karnına doğru değil, orta yaşlara, belki de biraz daha ötesine. Beynim sağlıklı hareket etmiyor. Etmeyecek de bunu henüz bilmiyorum. Her görüntünün bilinç altımı tetikleyecek sembollerle dolu olacağını belki hissediyorum, ama henüz bilmiyorum.
    Yolun karşısında bir tasarım mağzası. Soluklanma,tekrar uçuşmaya başlama. Yüzde gülümseme bu mağzadan çıkıp sol, sağ, sağ yapıyoruz tarif üzre. Sol, sağ, sağ kırkbeş dakika kadar sürüyor. “aaaaaa…” lar saça saça. Herşeyiyeni keşfediyoruz, şaşırıyoruz arada bir çakılıyoruz.Bu sokaklar hayat gibi. Fazla gevşemeye izin yok; ani bir korna, beklenmedik bir görüntü, akıl ve bilinç sıçraması, dehşet duygusu, zevk ve hayal dünyası.
    Eskiler; suskunlar. Suskunluğu teatral yaşayanlar. Yeniden hayat bulanlar. Camlar ve demirler arkasında çakışmış hayatlar,hikayeler yeniden kurgulanıyor. Baş devamlı binaları aşağıdan yukarı izliyor. Ve şaşırtmıyor artık yeşil kadife antik kanepede boylu boyunca duran tahta at.

     Bir kere “Hiiii…” çıkıyor ağzımdan. “Hiiii… çok ürkütücü!” Bu sefer çıplak bir manken kolları ve bedeninin altı yok. Başında sımsıkı bir deri başlık. Kulakları var mı? diye düşünüyorum. Kamerama saklanıyorum. Kamera görüntüyü çevreden koparıyor. O filme düşüyorum. İzlerken düşüp bayıldığım, unutmayı başaramadığım bir filme. İçimdeki vahşet duygusunu bana onaylatan o filme.

     Haydi dolaşalım dediğimiz andaki kadar masum değilim. Masum olmadığımı hatırladım. Turşucunun önünden geçiyoruz. Kedi yok. Hava bunaltıcı sıcak. Çocuk değilim,yorgunum. Cihangir’de Firuzağa Camii’nin önünde oturup düşünüyorum. Çevre kalabalıklaşmış. Projelerden, film setlerinden konuşuyor insanlar. Arada bir tanıdık sima.
     
     Evet ya! Cihangirdeyim.


                                                                      Ayşecan Kurtay 29/09/2013

Video Ahmet Kömürcüoğlu 

0 yorum :

...











Çevirirken kitap son sayfasını;

şimdiki ben,ilk sayfadaki ben’e nasıl da yabancı…

0 yorum :

19 Ekim 2013 Cumartesi

İç anlamlı kelimeler





İç anlamlı kelimelerini, iç sesimle okudum…anladım…onu değilse bile kendimi.

0 yorum :

Hayalperest


   

   Kaç sayfa okudum? diye düşündü bir ayağı altında, kaykıldığı divanda. Diğer ayağının ucunda terlik, hayallerine eşlik edercesine hafif hafif sallanıyordu.
 Hava bu kadar karlı olmasa kesin uğrardı. Sayfa üzerinde gözleri gezindi. Uğrardı tabii ki. Hem kendi demişti .Yirmi küsur yıl sonra karşılaştığı çocukluk aşkı Serdar; evcilik oyunlarının baş kahramanı Serdar ayak üstü konuştukları alışveriş merkezinde demişti. “Uğrarım, Hatice Ana'nın da ellerini öperim “ demişti. Anası komşuda. Şimdi geliverse diye geçirdi içinden. Kalbi ritmini, terlik sallanmasını arttırdı, bir an sonra da fırlayıverdi sobanın yanına göremediği bir köşeye. 

   Gözleri çıplak ayağına takılı kaldı. " Düz düştüyse gelecek!… Ters düştüyse … … … başka zaman gelecek" dedi hafif bir sesle ve anında da pişman oldu. Hep bilmişti… En son Figen’in oğlunun üniversite sınavında barajı aşamayacağını ters düşen yaprağı izleyip de söylemişti. Tutmuştu ama Figen de bir daha konuşmamıştı. Böylelikle kimseye tahminini söylememeyi de öğrenmişti.Sıkıntı ile kitabın sayfasını kıvırıp bıraktı. Terliğe bakmaya korkuyordu.

   Tek ayağında terlik, diğer ayağının topuğuna basa basa on gündür sabahın köründe hayalleriyle birlikte uyandırdığı sobanın karşısındaki cama yöneldi. Kar durmuştu. Güneşin parlamasında cama yansıyan gözlerine baktı. Siyah saçlarının belirginleştirdiği gözlerine Serdar olup baktı. On günlük iştahsızlığının biçimlendirdiği vucuduna hayranlıkla baktı. Soluğu hızlandı.

Kapı çalındığında kalbi küt küt atıyordu. Yanaklarını al bastı.
 Biliyordum. Saçına giden elinin titremesini engelleyemedi. Sobanın yanından geçerken ayağına terliği geçirmisti bile. Duyduğu terliğin tahta zemine vuruşu mu, kalbinin kulağına çıkışı mı anlayamadı.Yanan elini soğuk tokmakta tuttu. Usulca araladı kapıyı.
 Komşunun kızı Naime… "
-Emine ablam bir kahve içsek de falıma bakıversen hı? Müsait misin?
" Tüm içtenliği ile gülümseyerek açtığı kapı beklenmeyen misafiri içeri çekmişti bile. " 
- Ben de kitap okuyordum…" dedi kekeleyerek.
 Kız içeri girmiş bir şeyler anlatmaya başlamıştı bile. Döndü, Emine' nin yüzüne baktı. "
- Aaaa Emine abla saçlarını siyaha mı boyadın ?" "
- Şey...Daha parlak görünüyor gibi geldi…
" "- İyi olmuş,iyi olmuş… Ama eskisi de güzeldi !"
 -de- kelimesi beyninde yankılandı Emine'nin. Kendini küçücük hissetti. Gelmeyecek! Saçlarımı siyaha boyadığım malum oldu… gelmeyecek. Bilemedim kara kurulardan hoşlanmadığını…mutlaka bir başkası vardır, sarışın, boylu poslu, genç mi genç… 
Mutfak yolu çok uzun ,kendisi her adımla daha yaşlı, daha bodur. Cezvenin sapında eli, Naime'nin anlattıkları kulaklarına ulaşmıyordu bile. 
Kaç sayfa okudumdu?…"
- Emine abla taşıyor…Emine abla…" 
Taşan kahvenin cızırtısı kalbininkine karıştı. Falda da hep ayrılık çıktı.

0 yorum :

10 Ekim 2013 Perşembe

Tembel

İtiraf ediyorum ben bir tembelim…O kadar tembelim ki kimse anlamasın diye koştururum bedenimi, ruhum saz çalar…karıncalar arasında tombul bir ağustos böceği…arı kovanında kraliçenin gölgesi…atalet sarayının sultanı…
Söylesem inanmaz burnumdan damlayan teri gören komşum.
Başbaşıma kalacağım o an için dağları devirir stabilize yollar açarım…Sonra mı? Sonra bir kahve yapar yanında da cigara tüttürürüm ve hayal ederim bir sonraki anı…
Ve herşey o hayal içindir bilirim…

0 yorum :

6 Ekim 2013 Pazar

Kayıp Kelime



Kulağıma hoş geldi ya “Cümle Kapısı”ndan girerim sandım hikayenin içine. Oysa bir kelime bulmam gerekiyormuş ve bulamayan adımını bile atamıyormuş. O çok özel bir kapıymış, anahtarı an’ın içinden, kalbin derininden, bazen de havanın neminden çıkıverirmiş. O bir küçük tohummuş. Bedene sarsıntı ile düşer nefesi keser yine de ses mes duyulmazmış. O sarsıntı, onu yeşertecek suyu salgılatırmış. Ve ilk su damlası ulaştımı köküne hemen dal verirmiş, kol verirmiş, boy verirmiş. Artık onu tutmaya imkan olmazmış. Kalp çarptırır, beyin bulandırır, ellerden çıkmak istermiş. Şanslıysan bu olay bereketli anlarda olurmuş. Ama şanssızsan… yutupta bünyede tutmak istermişsin kelimeleri, cümleleri.Yutmak kolay ama hücre zarlarına yerleşir de görünmez olurmuş, bul bulabilirsen, hatırla hatırlayabilirsen. Böyle derler. İki elin kanda da olsa, balda da olsa, kanla, balla yazasın! Aman derler… Bir gelse o kelime!

0 yorum :

5 Ekim 2013 Cumartesi

Sabah

Önce ışığı söndü… gözlerim yavaş yavaş alıştı karanlığına. Gölge hareketleri vardı duvarda, odadaki herhangi bir eşyadan farksız… ve gücünü an be an kaybeden bir ses… ne mum yaktım, ne kulak kesildim…alıştım. Havada serinlik, içimde bir garip ürperti… yaz sıcağında kar kokusu, yalnızlık korkusu. Kapadım kapıyı hepsinin üstüne… sonra… Sonra sabah oldu.

0 yorum :

4 Ekim 2013 Cuma

Gölge

Önce varlığını gördüm,seyrettim.
Sonra gölgeni sakladım, seni yok ettim.
Gün be gün ete kemiğe büründü gölgen…
baktım; sanki ben.



0 yorum :

3 Ekim 2013 Perşembe

Tik Tak



Kaçamıyorum iki kulağımdan içeri teklifsiz giren,bu sonu gelmez tik taklardan…
Düşüşlerini duyuyorum ben.
Az çiğnenmiş ayva parçası olup bütün suyumu emiyorlar…takıla,yırta boğazımı kurutup, kalbime düşüyorlar…boşluğa… oysa benim midem ağrıyor.
İlacın dedikleri zaman, zehir olup kavuruyor…
Kaçamıyorum ,sadece bekliyorum.

0 yorum :

...



Sen gelişme düşlerinle hülyalı ortamlar hazırlıyordun;
anadiline çok uluslu tecavüz ediliyordu…

0 yorum :

Bir An Kala


   Sandık boşalttı içindekileri limanın deposundaki büyük çöp variline…yer açtı iki umuda.

   -Bu dört gün biter mi?
 -Bitmez mi ya… 
-Seyfiii…
 -Hıı…
-Benim içim geçiyor uyuyacağım haberin olsun… 
-Uyu uyu… Ne kadar uyursak o kadar kolay olur…
 -Seyfi…
 -Hıı…
Ses kesildi.Sadece yumşak nefesi kaldı Selvi’nin , Seyfi’nin kulağında.

   Gemi gecenin karanlığında usulca demir aldı. Bir hayattan hayali bir umuda kaçarak giden yaşamlar. Tacirin defterinde bütün yolcuların isimleri; geminin kaçağı sadece ikisi.
 Ana adları orospu ,baba adları sokak… her ikisiyle de sıkça anılan, yaşları oniki, onbeş… iki çocuk… güvertenin depo bölümünde kozaya yatmış iki tırtıl.

   Eşyaların gizlice yükleneceği gecenin hemen öncesinde demişti Selvi ” Seninle geliyorum. ” diye. Seyfi biliyordu, şaşırmadı. Başka şansı olmadığını biliyordu. Kahvenin müdavimi İzzet’le pazarlığı iki kişilik yapmıştı bile. Sandık içi iki kişi. Geceleri, herkes uykunun en derinindeyken, kaptan içip içip sızmışken üç saatlik hava, tuvalet arası. Yemenize, içmenize karışmam diyordu İzzet, kendi bedelinin dörtte üçünü Seyfinin elinden alırken.
   O gece yattılar kozaya. Selvi “Dayanırım!” dedi. Analığının sinir krizlerini çözen, içindeki hayvanı uykuya zincirleyen ilaçlarını attı cebine. Elini atıp bulamayacağını, bulamayıpta babasını orada haledecegini düşünerek. Halolan babasının kimseyi dövüp, satamayacağına sevinerek.

   İnsan kaç yaşını hatırlar… Selvi anlatanı olmadığı halde anasının beş gün duyduğu kokusunu hatırlıyordu. Beş gün bebek olduğunu … Kışın soğuk dam altında kendi kendine doğuran bir kadının en fazla beş gün dayanacağını ve içine işleyen kirin pasın onu bu dünyadan kovacağını biliyordu. Analar giderken çocuklarını komazdı. Bunu da biliyordu. En çok da buna güceniyordu.

   Seyfi, Hüsam abinin kahvesinin önünde yemişti bir gün dayağını yan sokağın itlerinden. Fazla dolanır olmuşmuş… Kızlarına , bacılarına mı sarkıyormuş… Bir şeyler demişlerdi evirip çeviriken… Diyecek bitince sessiz sessiz dövmüşlerdi Hüsam yetişip de kurtarana kadar. Hüsam kurtarıp köle edindi. Soğuk kahvede buz gibi bir köşe… Doyasıya çay… Çulsuzlardan kuruşla bahşiş, bahşis kadar karın tokluğu. Evden eksilen baş aranmazdı buralarda.
…

   -Ya kızım ya…üstünü okumadın mı? Bunlar mide ilaçları…
Selvi’nin gözleri sabit, kutuya takılı kaldı.
 - Okumadın mı?
- …
- Okuyamıyorsun değil mi?… Neyse…
-Yani şimdi babama birşey olmayacak mı?

   …
Kahvenin sessizlik saatlerinde kulağı Selvi’nin sessiz ağlamaları ile dolardı. Bir de kendi kendine konuşmalarıyla…hepsini duyardı Seyfi karton duvarlardan. Tek tek eli değenleri öldüreceğini söylerdi kız, en çok da kendini öldüreceğini. Kafasını koyduğu sedirle ev dedikleri barakanın arası otuz adımdı. Mahallenin en eğreti gecekondusu. Adına inat gece değil gündüz yapılmıştı… Acelesiz, tembel tembel ellerle…yaz boyu. Kimse eve benzetmemiş ses çıkarmamıştı…içindeki hayat sıradandı… bir köpek ailesinin bir dam altına sığınması gibi…it başının geceleri uluyup, gündüzleri pinekleyip gelen geçene kafa tutması, bir kemik parçasına ruhunu satması kadar sıradandı.

   Selvi, kendini bu it ulumasından bir iki morluk kazançla kurtarıp sokağa attığı gece, ağacın dibinde oturup kendine sarılı sabit kaldığı gece… sırtında sıcak bir el hissetti. Karanlıkta Seyfi yanına sokuldu usulca. Elini sırtına koydu. Gözleri kızın kanlı elinde. 
-Bardak!
 -Hep böyle başlar…birşeyler kırılır…tamiri olmayan birşeyler. Bir adım sonrası dönülmez yol…
Seyfi sigarasını uzattı,hiç düşünmeden aldı Selvi…sessiz, uzun oturdular konuşmadan.

   …
-Aklına hiç sıkıntı getirme!
 -Bugünle mi üç gün var?
 -Bugünü sayma…hatta hiç bir günü sayma… 
-Akşam çıkacağız ama…
 -Gece…
 -Birşeyler anlat…
Seyfi hiç durmadan anlattı. Hem oyalamak, hem oyalanmak için. Yorgun düşüp uyuyana kadar anlattı.

   …
-Bu ikinci gün mü ? 
-Üç…yarısını geçtik .
-Ben dayanamıyorum… 
-Şşşşt… Sus bakayım…yok susma haydi sen anlat. 
-Bir ayağa kalksam…
-Haydi anlat… Ayağa kalkınca yapacaklarını anlat…
Seyfi derin derin nefes alıyordu. Sandık an be an darlaştı ikisine de. An be an sertleşti, havasını tüketip beyinlerini bulandırdı. Konuşamadı Selvi. Uyumaya çalıştıkça gözleri açılıyordu. Gözleri açıkken nefesi hırıldıyor, göğüsü hızla inip kalkıyordu. Gözleri kapanır kapamaz, dişleri başlıyordu gıcırdamaya, geçmişini eze eze öğütmeye. Seyfi beş yaş yaşlandı üç günde. Tek olsa …tek olsa daha kolay olmazdı. Bunu biliyordu. Selvi’nin arıza çıkarmaması için güçlü durması gerekiyordu … Duruyordu da.

   Gece, sandıktan çıkma zamanı. İzzet’in kilidi açmasıyla eşya halinden, insan haline geçme saatleri .Derin derin içine çekti Seyfi serin havayı. Ağrısı acıya dönüşen bacaklarını sıvazladı, biraz hopladı ,biraz zıpladı usul usul…
- Son bir gece dayan Selvim…son bir gece…
Selvi sürüyordu ayaklarını. Ne duyuyor ne düşünüyordu… Bir hayale çoktan göçmüştü ruhu ve bedenini sürüklüyordu gel diye…

   En uzun gün, son gün…
-Seyfiii… sesten çok bir hırıltıydı…
-Ne?
-Mide ilacı uyutmaz mı?
-Yorulmamız gerekiyor…haydi say…saymayı biliyorsun değil mı?
-Yüze kadar…
-Tamam…altmışa kadar sayacaksın, sonra ben sayacağım, sonra sen, sonra ben…hiç bir şey düşünmeden…
…

   Son gece, bütün gece İzzet’in geleceği anı bekledi Seyfi…Güvertede konuşmalar kesilmiyordu. Bir gece önce de kesilmemişti ama usulca gelmişti İzzet. İlk defa kalbi sıkışıyordu. “Ha şimdi”ler yetmeyince eli titreyerek bir ilaç attı ağzına. Mide ilacı. Bir an hepsini içmeyi düşündü. Topu topu beş hap…işe yaramaz dedi… Çıldırmak an meselesi. Nefes alışlarını kontrol edemiyordu… “Nasıl unutur orospu çocuğu …ulan var ya …”

   Sabahın ışıkları süzüldü sandığın tahta aralıklarından Seyfi uyandı. Bütün gece kabuslar gördü, inim inim inleyen insanlar…yardım diye ağlamalar… Selvi uyuyordu. Dün geceden beri kasılma ve inlemeyi bırakmış, doğum yoluna girmiş bebek gibi duruyordu yanında. Selvi’nin üstünden gözünü deliğe yapıştırdı. Üniformalı silahlı adamlar! Bunu bilmiyordu… herşeyi az çok düşünmüştü. Kahvede kulak kabarttığı bütün kaçak hikayelerinde bir son vardı…ama geri gönderilen,ama başarılan… Başaranlardan haber yoktu . Başarı o sokaktan kurtulmaktı…. Ne yapacağını bilemedi… nutku tutuldu. Herkes ittirile kaktırıla indiriliyordu. Sesler kesilince kapağı kırmaya uğraştı. Yılları saklaması için yapılan sandık izin vermedi. Gücü yoktu… Bir kaç saat sonra adamlar geri geldiler,bu sefer silahsız ama maskeliydiler. Bağırmaya başladı Seyfi. Her taraflarını örten kıyafetleri sesini geçirmedi. Maskelerinin arkasında ellerindeki ilacı sıka sıka dolaştılar… Her yer dezenfekte oldu…
Bütün eşyalar,bavullar,sandık,sepet önce ilaçlandı sonra imhaya yollandı.
Başardılar…
Başaranlardan oldular…


(Galapera Fanzin -Aralık 2012)

0 yorum :

Blogger Template by Clairvo