10 Aralık 2013 Salı

Kelime: yazılıydı


Nerede yazılıydı? Nerede? Nerede? Şu alnımın yazısı.  Ederini verince herkes okuyor anasını satayım, bir ben cahil. Yine içimdeki sokak çocuğu baş gösteriyor. Bak ne kadar kibar hanımlar arasındasın, hatta süslü kurabiyeler yapma düşündesin bırak bu ağızları!
Evet efendim. Alnımızın yazısı nerede yazılı bilmek isterdim. Öyle bakmayın yüzüme. Biliyorum siz de okuyabiliyorsunuz. Peki efendim doğruyu söyleyin o halde. Benden cacık olur mu? Ay pardon! Yani validemin sütünden mayaladığım yoğurda kendimi ince kıyım katsam ne olur? Ekşir mi yoğurt? Ekşi o sizin lâtif ağzınız olmasın? İstirham ederim... ... ... Bugünlerde havalarda pek güzel gidiyor efendim. Hı hı... Pek güzel, pek hoş. Aklıma takılıyor sadece alın yazısı olayı. Ya bilmediğim lisandan, ya da frekanstan. Radyo dalgaları sarmalıyor mudur buselik makamından ? Hı?
devamını oku

9 Aralık 2013 Pazartesi

Kelime: genç


Genç bir kızdı. Sonra yaşlandı. Ruhu genç kızlıkta takılı kaldı. Saçları belinde, arkadan yirmilik, önden en az doksandı. Doksan kere söylemiştim yapma diye, doksanbirinciyi bekledi. Sormadı -neden?- diye. Usandım. Siz hiç usandınız mı? Ben çok usandım. Kafa karışıklığı mı, yorgunluk mu, vaktinden önce yaşlar üzerinde koşmak mı? Şımardım. Zevk aldığım uğraşlarla doldurdum bohçamı. Sırtıma attım. Her adımda ağırlaştı. Meğer bohçanın içi aşna fişne. Çoğalmışlar. Sevgiden mi, sarsıntıdan mı bu üreme dürtüsü bilemedim. Yolun devamını sürükleyerek getirdim. Getirdim ama bitirmedim. Güneşliydi hava. Oturdum bekledim. Kollarım dinlenince sırtım dikleşti. Açtım bohçayı içinde kaç ömürlük malzeme. Zamanı uzatayım dedim. Önce altı dakikayı uzattım. Onbeş dakika gibi oldu. Hâlâ zil çalmadı. Benim yaşlı, doksanbir yaşına girdi. Saçlarına bir de meç yaptırdı. Bak dedim sana söylüyorum. Bu doksanbirinci söyleyişim...
devamını oku

8 Aralık 2013 Pazar

Odamda Tek Başıma

  
Loş sıkışmış bir odada birbirimize bakıyoruz. Kesişim alanımız son onbeş yıl. Anneannemi son gördüğüm gün. Birlikte fotoğraf çektiriyor olsak aynı kareye sığmayacak kadar uzağız. Belki bir an. Kahveyi önündeki sehpaya koyduğum o an  çekilmiş olsaydı sepya bir fonda gri elbise ve beyaz saçlı bir geçmiş önünde rengârenk tırnaklı, mini etekli, saçları örgü,renkli bir gelecek olurdu. Merak ederim nasıl görünüyorduk o odada ışık huzmelerinde uçuşan tozlarla. MargueritDuras geçmeseydi raftan elime,tekrar düşünür müydüm bu unutmaya çalıştığım anı bilmiyorum. Kırılma noktası.
O da on beş yaşındaydı. Ama benimki aşktan değildi. Aşktan olsun isterdim elbette. On beş yaşında anneanne ile o sarsıntı anında.
Niye gitmiştim bu heveslisi olmadığım eve tam hatırlayamıyorum.Hikâyeler hafızamda devamlı değişiyor. Annemin anlattıkları, benim anneme anlattıklarım ve yaşadıklarım... Okuduğum hikâyeler, izlediğim filmler bile yeniden yeniden kurguluyor kafamda bu mutsuz anıyı. Gerçek değişmiyor. Onu kurtaramadım. Beynim ne kadar tamir etmeye çalışsa o çocuk yaşta, çocukça hata kahreder beni altmış dört senedir. Hafızam artık zorlanıyor. Her şey gittikçe siliniyor. Farkındayım.

Gri elbisesiyle oturuyordu köşesinde. Bakıcı kadının onu bıraktığı şekilde. Açma sakın denilen kapıyı ilk çalışta açmıştı yine. Suçlu suçlu sinmişti rengini yitirmiş, bir zamanların parlak yağ yeşili kadife koltuğuna. Bu koku ve ağır akan yaşlı zaman. Birkaç lira koparmaktan başka niyeti olmayan bir torun. Değerdi cebime sıkıştıracağı paralara. Sıkıp dişi oturmaya değerdi. Ufacık bir kadın. Saçları öylesine beyaz, teni ise inadına koyu. Esmermiş bir zamanlar. Kaskatı bakışları olan  yaşlı kadının yüzüne bu mutsuz ifade çok genç yaşta yapışmıştı belli ki. Bir gün bir şeylere küsmüş ve kimse gönlünü almaya yanaşmamış, o yüzle de yaşlanmıştı. Bir bana bakarkengördüğü gençliğine gülümsemeye çalışırdı. Yüzü garip bir hal alırdı. Ürkerdim. Hemen sonrasında da gençliğini harçlıkla onurlandırırdı. Rüşvetle gelen gençliğine gerekeni yapardı. “Ben!” derdi... “Ben de senin gibi güzeldim. Şansın bana benzemesin.” Ama hiç bir zaman beni sormazdı. Şimdi şimdi düşünürüm ben onu ne kadar tanıyorsam o beni çok daha az bilirdi. “Anneanne sen hala güzelsin.” Aynaya bakmayalı, camda yansımasını görmeyeli ne kadar olmuştu bilemem. Hep eskiden derdi. Eski kokardı ağzından dökülen birkaç söz.

Odanın içinde derin sessizlik vardı o gün de. Büfedeki tozlu porselen kadın biblosuna mutlaka dokunmuşumdur. Yalnız bir kadın biblosu. Ben ise onun dantelden yapılmış elbisesine dokunurdum. Saatin tok, tik takları. O tükenen zamanını dinliyordu, ben tükenmek bilmeyen zamanı. Bundan eminim.
O havasız, sıcak odada, yaz sıcağında kalın çorapları ve yün kokan elbisesiyle bir yaşlı kadın ve hayatın içine koşmaya hazır  kıpır kıpır bir genç kız. Meğer üşünüyormuş. Yılların varlığı üzerinden eksildikçe insan üşüyormuş.
Diz ağrısının ne demek olduğundan bihaber çocuğa dizlerinin ağrısını anlatıyordu her zamanki gibi. “Annen!” diyordu, “Yine yanlış doktora götürdü beni.” Kız bilmez. Yanlış doktora nasıl götürür profesör anne anlamaz. Sadece oturur. Anlamaya çalışmaz.
Kahve yapayım demişimdir herhalde. O da hiç sekmeden, bıkmadan usanmadan her zaman tarif ettiği gibi kahvenin, cezvenin, fincanın, dantelin, tepsinin, su bardağının ve suyun yerlerini tarif etmiştir bu umursamaz kıza. Kız o kadar umursamaz değildir bu saplanıp kalmış bedene acıyordur. Bu ateşi sönmüş gözlere.
Ne öncesini, ne sonrasını düşünürdüm bu bedenin. Sanki o hep orada anneanne olarak var edilmişti. Hayatında kaç on beş yılı vardı hiç aklıma bile gelmezdi. Bir hayatının, bir geçmişinin olduğunu, sarsmasa da hikâyeleri olduğunu düşünmezdim. İçinden mırıldandığı hangi şarkıydı acaba?

Kahveyi getirmiş, yanındaki sehpaya koymuştum. Odanın sessizliğini dolduran saat sesine karışan o uğultu. Her canlı canlanırmış yer depreşirken. Ayaklarının altındaki toprak öfkeliyken. Yaşlı kadın, o durağan, atıl kadın da canlandı. Bunu çok iyi hatırlıyorum. "Anneanne dur ne yapıyorsun!"diyor bir yandan da haline katıla katıla gülüyordum. Durdurmadım. O uğultulu sallantı arasında yaşlı kadının hırkasını, çantasını, eşarbını, ilaçlarını, iki gümüş aynayı, tansiyon aletini alışını, ağrıyan dizleri ile seke seke koşuşunu anlatacak bir hikâye bulmanın coşkusu ile kahkahalar atarak izliyordum ki şu ana kadar hiç anlatamadım. Gülüyordum. Kapıyı açıp merdivenlere yönelebilecek kadar atik olacağını hiç düşünemedim. Beni bırakabileceğini düşünemedim. Kalan bütün nefeslerini toplayıp kendini dışarı attı. Sarsıntının durduğunu fark etmedik. Merdiven korkulukları sallandı. Yaşlı vücudu, ağrıyan dizler yalpa yalpa, çarpa çarpa yuvarlandı. Saçılmış eşyalarının ortasında hareketsiz kaldı. "Anneanne!" diye seslendiğimi biliyorum. Sonraki dört gün boğazımdan ses çıkma. Güvende olduğunu hissetmek için içine girmekten korktuğu toprağa ayak basmaya çalıştı yaşlı kadın. En azından çabaladı.

Sadece yazmak istedim. Anlatacak sızlanacak çocuklarım olmadı benim. Dizlerim ağrıyor. Benim de yüzümde yapışmış acılar var. Aynaya bakıp görüyorum. Her çizginin derinlerinde geçmiş var. Gençlerin merak etmeyeceği, daha büyüklerin dinlemek istemediği sadece insanın kendisini ihtiyarlatan hikâyeler var.
devamını oku

6 Aralık 2013 Cuma

Gözlerin Karadelik



Gözlerin kara delik. Yoksul kaldım tüm duygularımdan. Uyumsuz bir zihniyetin bedeniyim artık, örseleyici deneyimler yaşatan. Dırdırcı bir eleştirmen eline almış beni didikliyor. Beğenmiyor. Beğenmiyor da beğenmiyor. Habire beğenmiyor. Acıtmıyor da hani. Dedim ya gözlerin kara delik. Çok geç artık çok geç. Vakit epeyce geç. Radyatörler kapandı. Kapandı ahlaki pusula. Gel hele. Ay'ın arka yüzünde anlatacaklarım var sana.
devamını oku

1 Aralık 2013 Pazar

Dur bir anacım !


Köreltilmiş geleceğini, kaybettiğin sağlığını göremiyorsun tabii olarak. Cebimde suç unsuru bu toprakların yerli, çeşitli domates tohumları. Martının çığlığı; aşeriyor simide. Her geçişte HGS şoklaması. Yaşlı anam anlamaz niye değişti hergün yürüdüğü yollar. Unuttum herhal der, unuttuğuna inanır. Unutur. Elinde bayrak oturur pencerede, inandıramam tohum kadar O da suç unsuru. E bu ev kimin evi? Dur anacım, dur! "Zamanında kandırdık sizi yeniden yapacağız evlerinizi". Necmi Bey, haberin var mı? Dur helva kavurup dumanını savurayım. Haber gitsin Necmi Bey'e. Bu mutfak kimin mutfağı? Dur bir anacım, dur! Tam ortada bir yerlerde yetişemem hiç birine. Ulaşılmaz olmama imkan yok. Adım adım, bir kameradan diğerine. Sarılıyorum tohumlarıma. "Şu kadın elini cebinden çıkarmıyor! Arayın üzerini." Kaçmalıyım. Yeraltına, toprağın dibine. Bu toprak kimin toprağı?
devamını oku

21 Kasım 2013 Perşembe

Rakı Koydum Bardağa. Yalnız İçilmez...



   Çiseleyen yağmurda, arabanın içinde sırılsıklamım. O kadar ahmağım hani. Rüzgâra alnımı dayayıp, yürüyerek yağmur toplamam lazım başka çare yok. Güneşli havalardan bilirsin beni. Ellerim cebimdeki boşlukta, gözümde bir gri gözlük, umursamaz. Aklımda gri, ciddi düşünceler. Böyle bilmeni isterim... İsterim herhalde. Böyle bilinmeyi isterim. Ama sen bilme. Bak bunu ilk defa söylüyorum. İlk defa birine yağmurda dönüyorum. Aşkı meşki geç, sen beni affet. Sen beni affet, sonra da ... Ne istersen. 

   Acizlikten son çıkış tabelasında karar verdim buna. Yağmur sonra başladı. Rakıyı çoktan koymuştum. Elimi cebimin gölgesinden de sola işaret vermek için çıkardım. Üzerinde yüz bin kaçış çiziği. Ne olacak, er meydanında övünürdüm ya şimdi utandım. Dikiz aynasından kaçamak bakışlar yolladım kendime. Geride bıraktıklarım ve bir çift huysuz göz. Hem huysuz, hem her bakışa karşılık veren bir orospu. Tükürdüm yüzüne, ardı sağnak yağmur. Buz eriyor rakıda. Son sürat geliyordum sana. Yanımdan Kenyalı-Türk bir atlet geçti. Kıtaları birleştirmiş bir bedende, altın madalya ona gitti. Ya benzinim biterse bu dönüşsüz yolda? Başımı indirip bakamadım göstergeye, hâlâ kesişiyoruz orospuyla. İn becer diyor birileri. İnmeyi beceremiyorum. Acizliğe acil dönüş tabelası rüzgarda fır dönüyor. Ne tarafa yönelsem orayı gösteriyor. Kaş göz ediyor aynadaki uymuyorum. Ne de sinirli bakıyor? Piç kurusu olup iniyorum arabadan. Cebimde ne varsa dökülüyor. Basıp üstüne yürüyorum. Tabelalara bakmadan, bildiğim gibi, her daim geldiğim gibi. 

   Mahallenin delisi bugün trafik polisi. Asgari hıza ulaşamadım diye kesiyor cezayı. Yağmur siliyor, o kesiyor. Yağmur vardı diyorum, gözlerim iyi görmez diyorum, kayboldum, benzinim bitebilirdi diyorum. Hem arkadaşlar bekler. Daha mitingler yapacağız, daha devletle, hükümet kelimesinin kafalardaki kargaşasını gidereceğiz diyorum. 
Tek başına mı? 
Olur mu tek başına. Yürünür mü gönülde bir gerçek olmasa. Uğruna yaşayacağın, savaşacağın bir gerçek olmasa?
Biliyorum ağlamak istiyor, ama beceremiyor. Yolun doğrusunu gösteriyor bir çırpıda. 
Bu bina. Bahçesinde dönüp durma artık. İçeri gir. 
Delinin zoruna bak. Bahçede dönüp duruyormuşum. Ne uzundur o sözler deli efendiii. Cümleleri toparlayabilsem durur muyum burada. Döke saça gitmeyi ben de bilirim, ki döke saça ayrılmıştım buradan. Etik Ağacına yıldırım düşmüştü ben onu elinden tuttuğum gibi çekip kurtarmıştım. Başımı kaldırdım üçüncü katta gözleri. Meğer en yakınım dediği arkadaşının eliymiş kalan elimde. Ahmağım dedim ya ıslandım. 
Ben suçsuzum Adem! Bunu sen de bilyorsun. Reddi miras aklıma gelmedi hepsi bu. Şimdi toplayıp tüm kelimeleri en doğru cümleyi kurmam gerek. Kelimelerin anlamları o kadar yabancı ki. Hiçbiri senin resminle uyuşmuyor. Hepsi çiğ. Bak toprağa serdim eridi gitti... Şimdi yeni kelimelerle bir daha denemeli.

Bekleme yapmayalım! 
Offf tamam çıkıyorum merdivenleri Sami bey'in şaşkın bakışlarına selam vererek. Girişteki eczanenin sahibi. Arkamdan bakıyor mu bilmiyorum ama arkaya bakmıyorum. Bir kulağım herşeyi açık edecek delide. Sesi kesildi mi ne? 

Bekleme yapmayalım!!! 
Hazır değilim. Tamam, tamam çalıyorum zili. 
...
Bir daha...
...
   Apartmanın içi karanlık. Yine gelmiş cama yapışmış benimki. Bir hareket olsa ışık yanacak, yıkılacak karşımdan. Yan pencereden süzülen soğan kokusunu aldı. Hiç kötü ruh olur mu soğanlı, sarımsaklı evde? O kapılar sana kapalı. Ne bakıyorsun gözlerime. Çalacağım, bir kez daha çalacağım.
...
   İşte dokunuyorum zile. Basıyorum işaret parmağımla. Bakışlarım, bekleyişim parmağımın ucunda. Dokunuyorum. Giremediğim kanallardan sana varıyor. Kulağından girip yüreğini titreştiriyor değil mi nazenin köftehor seniii. Sen de beni bekliyorsun . Heyecandan açamıyorsun. Yoksa ne? Geldim işte daha ne? Hem de yağmurda.
Çalıyorum bak!
...
   Bu saatte evdesindir. Nerede olacaksın ki? Tuvalette mi yoksa? Kitabın otuzikinci sayfasında? Hikayenin dibinde. 

Bekleme yapmayalımmm!

Bu deli olmasa çekip giderdim ya, işin yoksa in bir de niye gittiğini açıkla... Haydi be Gül'üm aç şu kapıyı, bırak Naz'ı. O çoktan mazi. Tükeniyorum bak. Hadi bir dııııt... Ardından gelsin " Ay pardon, çamaşır asıyordum arka balkonda. Açmak istemem mi? Gitsin artık geberesice, söküp atasım var zili! Kimseyi istemiyorum, hiç kimseyi! Gözlerim kurbağa, evi havalandırmam lazım, buram buram vodka - vodka mı? Aman hatta Rusya girmesin şimdi, çok yazar - duş almalıyım... her çalış beynime balyoz... der miyim?   Delinin zoruna bak! Haydi gir içeri. "
Açılmıyor. Kapı açılmıyor. Deli çekti gitti. Sami Bey'in kepengi. 
Bildiğiniz nöbetçi eczane var mı yakında? Demir hapı alacağım. Kansızım. Donuyorum soğukta. Şeref demedim, kan dedim Sami Bey lütfen. Hem sizden bir ricam daha olacak. Geldiğimi üçüncü kata duyururmusunuz? Ben kim miyim? Ziyankarpaşazade Recai. Annesinin Hint basması, Halit Bey in oğluyum. Aslı gibidir. Herşeyi fevkalade metodlarla ziyan eder. 

   Neler diyorsunuz öyle son kertede... istirham ederim.

   Mahallenin delisi muhtar olmuş eline çay bardağını alınca. 

Buyrun ne istemiştiniz? Yeni bir kimlik? Yeni bir ikâmet? Davalarınızın zarfları şu tarafta.

Yok ben Nevin Hanım bu sokakta mı otururlar diye soracaktım. Yakînî olmaya niyetliyim de. Acelem var. Buz eriyecek rakımda. 




devamını oku

14 Kasım 2013 Perşembe

Su



Ne büyük çaba… 
Avuçlarımı yuma yuma tutasım var; kaçar gider kader çizgimden usul usul su!
Ellerim açılır, avuçlarım gevşer ,sakinim olur; hem havaya, hem tenime karışır ısımla.

Hala şaştığıma şaşarım; özgürlüğünde her daim benimle su!
devamını oku
Blogger Template by Clairvo