Anlatıcı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ekim 2013 Pazar

Kayıp Kelime



Kulağıma hoş geldi ya “Cümle Kapısı”ndan girerim sandım hikayenin içine. Oysa bir kelime bulmam gerekiyormuş ve bulamayan adımını bile atamıyormuş. O çok özel bir kapıymış, anahtarı an’ın içinden, kalbin derininden, bazen de havanın neminden çıkıverirmiş. O bir küçük tohummuş. Bedene sarsıntı ile düşer nefesi keser yine de ses mes duyulmazmış. O sarsıntı, onu yeşertecek suyu salgılatırmış. Ve ilk su damlası ulaştımı köküne hemen dal verirmiş, kol verirmiş, boy verirmiş. Artık onu tutmaya imkan olmazmış. Kalp çarptırır, beyin bulandırır, ellerden çıkmak istermiş. Şanslıysan bu olay bereketli anlarda olurmuş. Ama şanssızsan… yutupta bünyede tutmak istermişsin kelimeleri, cümleleri.Yutmak kolay ama hücre zarlarına yerleşir de görünmez olurmuş, bul bulabilirsen, hatırla hatırlayabilirsen. Böyle derler. İki elin kanda da olsa, balda da olsa, kanla, balla yazasın! Aman derler… Bir gelse o kelime!
devamını oku

5 Ekim 2013 Cumartesi

Sabah

Önce ışığı söndü… gözlerim yavaş yavaş alıştı karanlığına. Gölge hareketleri vardı duvarda, odadaki herhangi bir eşyadan farksız… ve gücünü an be an kaybeden bir ses… ne mum yaktım, ne kulak kesildim…alıştım. Havada serinlik, içimde bir garip ürperti… yaz sıcağında kar kokusu, yalnızlık korkusu. Kapadım kapıyı hepsinin üstüne… sonra… Sonra sabah oldu.
devamını oku

4 Ekim 2013 Cuma

Gölge

Önce varlığını gördüm,seyrettim.
Sonra gölgeni sakladım, seni yok ettim.
Gün be gün ete kemiğe büründü gölgen…
baktım; sanki ben.



devamını oku

3 Ekim 2013 Perşembe

Tik Tak



Kaçamıyorum iki kulağımdan içeri teklifsiz giren,bu sonu gelmez tik taklardan…
Düşüşlerini duyuyorum ben.
Az çiğnenmiş ayva parçası olup bütün suyumu emiyorlar…takıla,yırta boğazımı kurutup, kalbime düşüyorlar…boşluğa… oysa benim midem ağrıyor.
İlacın dedikleri zaman, zehir olup kavuruyor…
Kaçamıyorum ,sadece bekliyorum.
devamını oku

...



Sen gelişme düşlerinle hülyalı ortamlar hazırlıyordun;
anadiline çok uluslu tecavüz ediliyordu…
devamını oku

Bir An Kala


   Sandık boşalttı içindekileri limanın deposundaki büyük çöp variline…yer açtı iki umuda.

   -Bu dört gün biter mi?
 -Bitmez mi ya… 
-Seyfiii…
 -Hıı…
-Benim içim geçiyor uyuyacağım haberin olsun… 
-Uyu uyu… Ne kadar uyursak o kadar kolay olur…
 -Seyfi…
 -Hıı…
Ses kesildi.Sadece yumşak nefesi kaldı Selvi’nin , Seyfi’nin kulağında.

   Gemi gecenin karanlığında usulca demir aldı. Bir hayattan hayali bir umuda kaçarak giden yaşamlar. Tacirin defterinde bütün yolcuların isimleri; geminin kaçağı sadece ikisi.
 Ana adları orospu ,baba adları sokak… her ikisiyle de sıkça anılan, yaşları oniki, onbeş… iki çocuk… güvertenin depo bölümünde kozaya yatmış iki tırtıl.

   Eşyaların gizlice yükleneceği gecenin hemen öncesinde demişti Selvi ” Seninle geliyorum. ” diye. Seyfi biliyordu, şaşırmadı. Başka şansı olmadığını biliyordu. Kahvenin müdavimi İzzet’le pazarlığı iki kişilik yapmıştı bile. Sandık içi iki kişi. Geceleri, herkes uykunun en derinindeyken, kaptan içip içip sızmışken üç saatlik hava, tuvalet arası. Yemenize, içmenize karışmam diyordu İzzet, kendi bedelinin dörtte üçünü Seyfinin elinden alırken.
   O gece yattılar kozaya. Selvi “Dayanırım!” dedi. Analığının sinir krizlerini çözen, içindeki hayvanı uykuya zincirleyen ilaçlarını attı cebine. Elini atıp bulamayacağını, bulamayıpta babasını orada haledecegini düşünerek. Halolan babasının kimseyi dövüp, satamayacağına sevinerek.

   İnsan kaç yaşını hatırlar… Selvi anlatanı olmadığı halde anasının beş gün duyduğu kokusunu hatırlıyordu. Beş gün bebek olduğunu … Kışın soğuk dam altında kendi kendine doğuran bir kadının en fazla beş gün dayanacağını ve içine işleyen kirin pasın onu bu dünyadan kovacağını biliyordu. Analar giderken çocuklarını komazdı. Bunu da biliyordu. En çok da buna güceniyordu.

   Seyfi, Hüsam abinin kahvesinin önünde yemişti bir gün dayağını yan sokağın itlerinden. Fazla dolanır olmuşmuş… Kızlarına , bacılarına mı sarkıyormuş… Bir şeyler demişlerdi evirip çeviriken… Diyecek bitince sessiz sessiz dövmüşlerdi Hüsam yetişip de kurtarana kadar. Hüsam kurtarıp köle edindi. Soğuk kahvede buz gibi bir köşe… Doyasıya çay… Çulsuzlardan kuruşla bahşiş, bahşis kadar karın tokluğu. Evden eksilen baş aranmazdı buralarda.
…

   -Ya kızım ya…üstünü okumadın mı? Bunlar mide ilaçları…
Selvi’nin gözleri sabit, kutuya takılı kaldı.
 - Okumadın mı?
- …
- Okuyamıyorsun değil mi?… Neyse…
-Yani şimdi babama birşey olmayacak mı?

   …
Kahvenin sessizlik saatlerinde kulağı Selvi’nin sessiz ağlamaları ile dolardı. Bir de kendi kendine konuşmalarıyla…hepsini duyardı Seyfi karton duvarlardan. Tek tek eli değenleri öldüreceğini söylerdi kız, en çok da kendini öldüreceğini. Kafasını koyduğu sedirle ev dedikleri barakanın arası otuz adımdı. Mahallenin en eğreti gecekondusu. Adına inat gece değil gündüz yapılmıştı… Acelesiz, tembel tembel ellerle…yaz boyu. Kimse eve benzetmemiş ses çıkarmamıştı…içindeki hayat sıradandı… bir köpek ailesinin bir dam altına sığınması gibi…it başının geceleri uluyup, gündüzleri pinekleyip gelen geçene kafa tutması, bir kemik parçasına ruhunu satması kadar sıradandı.

   Selvi, kendini bu it ulumasından bir iki morluk kazançla kurtarıp sokağa attığı gece, ağacın dibinde oturup kendine sarılı sabit kaldığı gece… sırtında sıcak bir el hissetti. Karanlıkta Seyfi yanına sokuldu usulca. Elini sırtına koydu. Gözleri kızın kanlı elinde. 
-Bardak!
 -Hep böyle başlar…birşeyler kırılır…tamiri olmayan birşeyler. Bir adım sonrası dönülmez yol…
Seyfi sigarasını uzattı,hiç düşünmeden aldı Selvi…sessiz, uzun oturdular konuşmadan.

   …
-Aklına hiç sıkıntı getirme!
 -Bugünle mi üç gün var?
 -Bugünü sayma…hatta hiç bir günü sayma… 
-Akşam çıkacağız ama…
 -Gece…
 -Birşeyler anlat…
Seyfi hiç durmadan anlattı. Hem oyalamak, hem oyalanmak için. Yorgun düşüp uyuyana kadar anlattı.

   …
-Bu ikinci gün mü ? 
-Üç…yarısını geçtik .
-Ben dayanamıyorum… 
-Şşşşt… Sus bakayım…yok susma haydi sen anlat. 
-Bir ayağa kalksam…
-Haydi anlat… Ayağa kalkınca yapacaklarını anlat…
Seyfi derin derin nefes alıyordu. Sandık an be an darlaştı ikisine de. An be an sertleşti, havasını tüketip beyinlerini bulandırdı. Konuşamadı Selvi. Uyumaya çalıştıkça gözleri açılıyordu. Gözleri açıkken nefesi hırıldıyor, göğüsü hızla inip kalkıyordu. Gözleri kapanır kapamaz, dişleri başlıyordu gıcırdamaya, geçmişini eze eze öğütmeye. Seyfi beş yaş yaşlandı üç günde. Tek olsa …tek olsa daha kolay olmazdı. Bunu biliyordu. Selvi’nin arıza çıkarmaması için güçlü durması gerekiyordu … Duruyordu da.

   Gece, sandıktan çıkma zamanı. İzzet’in kilidi açmasıyla eşya halinden, insan haline geçme saatleri .Derin derin içine çekti Seyfi serin havayı. Ağrısı acıya dönüşen bacaklarını sıvazladı, biraz hopladı ,biraz zıpladı usul usul…
- Son bir gece dayan Selvim…son bir gece…
Selvi sürüyordu ayaklarını. Ne duyuyor ne düşünüyordu… Bir hayale çoktan göçmüştü ruhu ve bedenini sürüklüyordu gel diye…

   En uzun gün, son gün…
-Seyfiii… sesten çok bir hırıltıydı…
-Ne?
-Mide ilacı uyutmaz mı?
-Yorulmamız gerekiyor…haydi say…saymayı biliyorsun değil mı?
-Yüze kadar…
-Tamam…altmışa kadar sayacaksın, sonra ben sayacağım, sonra sen, sonra ben…hiç bir şey düşünmeden…
…

   Son gece, bütün gece İzzet’in geleceği anı bekledi Seyfi…Güvertede konuşmalar kesilmiyordu. Bir gece önce de kesilmemişti ama usulca gelmişti İzzet. İlk defa kalbi sıkışıyordu. “Ha şimdi”ler yetmeyince eli titreyerek bir ilaç attı ağzına. Mide ilacı. Bir an hepsini içmeyi düşündü. Topu topu beş hap…işe yaramaz dedi… Çıldırmak an meselesi. Nefes alışlarını kontrol edemiyordu… “Nasıl unutur orospu çocuğu …ulan var ya …”

   Sabahın ışıkları süzüldü sandığın tahta aralıklarından Seyfi uyandı. Bütün gece kabuslar gördü, inim inim inleyen insanlar…yardım diye ağlamalar… Selvi uyuyordu. Dün geceden beri kasılma ve inlemeyi bırakmış, doğum yoluna girmiş bebek gibi duruyordu yanında. Selvi’nin üstünden gözünü deliğe yapıştırdı. Üniformalı silahlı adamlar! Bunu bilmiyordu… herşeyi az çok düşünmüştü. Kahvede kulak kabarttığı bütün kaçak hikayelerinde bir son vardı…ama geri gönderilen,ama başarılan… Başaranlardan haber yoktu . Başarı o sokaktan kurtulmaktı…. Ne yapacağını bilemedi… nutku tutuldu. Herkes ittirile kaktırıla indiriliyordu. Sesler kesilince kapağı kırmaya uğraştı. Yılları saklaması için yapılan sandık izin vermedi. Gücü yoktu… Bir kaç saat sonra adamlar geri geldiler,bu sefer silahsız ama maskeliydiler. Bağırmaya başladı Seyfi. Her taraflarını örten kıyafetleri sesini geçirmedi. Maskelerinin arkasında ellerindeki ilacı sıka sıka dolaştılar… Her yer dezenfekte oldu…
Bütün eşyalar,bavullar,sandık,sepet önce ilaçlandı sonra imhaya yollandı.
Başardılar…
Başaranlardan oldular…


(Galapera Fanzin -Aralık 2012)
devamını oku

24 Eylül 2013 Salı

İNSAN

Ne yerin depreşmesi, ne göğün yığdırması...
ille de insan yeryüzünün afeti!
devamını oku

19 Eylül 2013 Perşembe

Bekleyiş




   Mutfak masasının başında hareketsiz oturuyorum. Karşımda sonsuzluğa uzanan manzara. Kapalı cam, birlikte ektiğimiz sardunyaların kokusunu almama engel ama senin sinmiş kokunu saklıyor, sunuyor bana. Uzaktan ayak sesleri duyuluyor, arada bir topuğunu sekiyorsun, gelen benim diyorsun. Çayın kokusu karışıyor gizli kokuna. Ben bekliyorum. Buhar, camı kaplıyor yavaş yavaş. Islak bir duvar oluşuyor karşımda. Sardunyalar seçilmez oluyor. Oturuyorum. Kımıltısız nefeslerle oturuyorum. Buhar, sise dönüşüyor, duvar kalınlaşıyor ve bedenimi sarıyor. Sesler, kokular artık duyulmaz oldu… Korku ile masaya, senin bıraktığın, benim sakladığım el izine bakıyorum. Sis herseyi silmiş…Bu bir rüya!

Kahkaha atarak uyandım. Koştum mutfağa. İzin taptaze duruyor. Saklıyorum onu ;yokluğunun kanıtı olarak değil, varlığının şahidi olarak. Onunla konuşuyorum ve sen herşeyi biliyorsun… nasıl bildiğini bilmeden. Ben herşeyi bildiğini biliyorum, nasıl bildiğini bilerek. Ve bekliyorum.
devamını oku

16 Eylül 2013 Pazartesi

Lodos

Lodos denizi tuttu, 
Deniz sahile kustu.
devamını oku

15 Eylül 2013 Pazar

Tırtıl da Yorulur mu Kozada?


Işık az mı?  Ne kadar güzel bir koridor...Işıktan ışığa...
Işık az mı? Bütün parçalar tamam mı? Tik tak, tik tak...
Camekanlar...
Kelebekler camekanlara... Küçükler camekanlara. Işık olsa. Burası koza. Ne güzel bir koridor.
Paketleri açalım... Bu... bu çok iyi.  Işık. Tik tak, tik tak...
Çoğaltmalıyız ışığı . Kelebekler... Dönüşüm zamanı.
Işığı çoğalt.Tik tak, tik tak... Koza yırtılıyor. Yorgun... görüyorum.
Bunu nereye koyalım? Bu çok ağır. Kırmızı kelebek kanıyor...
Tik tak, tik tak... Sor kelebeğe yerinden memnun mu?
Buradakiler şuraya.
Yeşiiiiim yeri oldu mu? Tik tak, tik tak...Yarın ışığı  arttıralım... 
Tırtıl da yorulur mu kozada?

















devamını oku

6 Eylül 2013 Cuma

...


Dinliyorum. 
Dinlenmek istiyorum.
Yorgunum.
devamını oku

5 Eylül 2013 Perşembe

Kepçe Kulak



Kepçe kulaklarımın suçu. "Kız Cansuuuuuuu..." diye haykırıvermiş komşu kadın, yanındaki açık pencereye. Tam o an. Tam Bismillah çekilip kulağıma Sualp diye üflenirken. Kepçe toparlamış bütün sesleri boşaltıvermiş boruya. Daha tazeciğim, kiri pası yok kulağımın. Neyi toparlarsa yapıştırıveriyor kulak zarına. Çekiç almış gelenleri vurmuş, örselemiş, üzengiye devretmiş. Oval pencereden yüklemişler, salyangoz ağır ağır kayarcasına yol almış. Herkes Sualp görmüş epey bir zaman. Gördüklerinden mutlu. Yavaş yavaş ayrışmışım. Yavaş yavaş yol almışım hermafrodit, bir ruhla Cansu'ya doğru. Kimse fark etmemiş kimi zaman Sualp, çoğu zaman Cansu, bazen de Can, Su, Alp olacağımı.
devamını oku

2 Eylül 2013 Pazartesi

Atom





İnsan atomu parçalayınca mı yeryüzünden birlik kodu silindi ?
Yoksa 
birlik kodu silinince mi yeryüzünden,
 İnsan atomu parçaladı?
devamını oku

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Sıra İşi


     Laleli’nin kör sokakları.



     Tayyare Parmaksız İsmail son bali tüpünden kalanı torbasına boşalttı. Derin bir nefes çekti.
“Ne kopil gün be. Ne hammaliye, ne tırnak. Kuruduk.”
 “Ahhh…hıh ” Ciğerlerinde bir sızı. Derin derin çekti. An be an silindi gözlerinden bahar güneşine bile kapalı sokak. Önce karanlık;içinde eridiği karanlık. Çekti. Kulakları çınlamaya başladı. Gülümsedi. Sonra karanlığını yırtan ekranı açıldı.
“Hah hah haaa… Lan oğlum var yaaa. “ 
Açlık hak getire, her yer ışıl ışıl. 
“İşte bu yaaa… Hah hah haaa…”
 Temkinli insanlara çarpmadan, gözlerine değmeden sallapati bir beden birbiri ardına sokakları geçti. Saptığı sokaklardan biri çıkmadı bir başkasına. İçinde renksiz, dökük sıvalı evler. Hâlâ kış rengi pencereler. Kuru saksılarda bir umut yeşermeye çalışan yabani otlar. Siyah, kör duvara saplı lokanta bacasının intikamı; çıldırtan yemek kokusu. Taze ve sıcak ekmek. Çöktü duvar dibine.Torbasında bitmeye yüz tutmuş iksiri. İçi ürperdi.
 “Hah hah haaa … Lan burda her yer ekmek dolu. “
 Uzandı tutamadığı ekmeklere.
Çekişlerinin etkisiyle iyice çınlayan kulaklarına farklı bir şıkırdama doluyordu. Gözleri sokağın başındaki karaltıya döndü. Yaşlı bir kadın ona doğru geliyordu. 
-İsmail oğlum! Nerelerdesin? 
İsmail gülümseyerek baktı. Bir nefes çekti.
 -Hah hah haaa…
-İsmail bak sana ne getirdim. 
İsmail kolundaki şıngırtılara baktı.
 -Benim mi? 
-Al İsmail, hadi al.
 Oturduğu yerden kalktı, kadına doğru yalpaladı. Kolundan yakaladı.

    -Oğlum ben eve gidiyordum…Necmi Bey bekler.Gecikirsem ne derim?
 Uzaktan bir patlama sesi duyuldu. Önce kuşlar, peşleri sıra herkes belayı görmeye uzağa koştu, yakın iyice boşaldı. Kolundaki bileziklere yapışan oğlanın sarsıntısı ile iyiden iyiye silindi Hafize Anne’nin aklı. Şıngırdayacak kadar bir aralıkta kendine yer edinmiş bilezikler çıkmıyordu tombul bileklerden. Hırıltılı korku dolu, kimseye varmayan sesler döküldü sokağa. İsmail’in, koluna tekrar asılmasıyla yaşlı kadın yere düştü. Kalbi ne korkuya,ne de şiddetle çarptığı başının acısına dayanabildi. Kuytu, köhne sokak buram buram ekmek kokuyordu. Hareketsiz beden de vermiyordu bilezikleri. İsmail hediyesini istiyordu. Torbasını aldı ,derin derin içine çekti. Şimdi ellerinde iki altın meyvası olan bir dal parçası. Cebinden çakısını çıkardı. Meyvalarını aldı. Hafize Anne sokağa dökülen hırıltılarının üzerine saçıldı, yolun meyiline uydu.
…


    Çemberlitaş .Taş Market, her salı halk günü.

    -Hafize annem? Ne işin var burada? Dur yardım edeyim eve kadar sana.

-İstemem evladım. Evim yakında ben giderim. 
-Ben Sevil, annem bildin değil mi?
 -Bildim bildim… 
-Peki sen yürüye dur, alışverişimi yapar sana yetişirim. Bak buradan dümdüz, ikinci sokaktan sola.Bildin değil mi?
 Arnavut kaldırımı yokuşu ağır ağır tırmandı Hafize Anne elinde yeşil alış veriş çantası. 
“Yedi kat ele yaymışlar bunak diye. Boyu devrilesice gelin. Akşama yiyecek lokma var sanki oğlana. Bütün gün çan çan çene. Necmi Bey farketse ,yüreğine iner maazallah. Oğlanın da kafasını bulandırıyor. Soğan ekmek yerim de, yaptığını yemem. Necmi Bey in karnı acıkmıştır… geldim az hele. ”
Sağa döndü, sola döndü… İki sokak geçti caddeye çıktı yoruldu. Nefeslenmeye bahçe duvarına oturdu, çantası ayaklarının dibinde . Kolundaki bileziklere baktı. Hafifçe salladı, şıngırdattı, on beş yaşına döndü. 
“Daha dün gibi hatırlıyorum … Bunakmışım…birini imam nikahında takmıştı kaynatam, ışıl ışıl. Diğerini nikahta. Sesi evinizin bereketi olsun eksilmesin demişti rahmetli. Peeehhh… Çıkarıp verecekmişim, borç ödeyecekmiş boyu devrilesice.
 Necmi Bey bekler…”
 Duvarın üstünden kalktı, dibinde çantası kaldı. Paralel iki sokak geçti. İçinde pusuya yatmış kemirgen bir karadelik. An be an boşaltan. Boşlukta gittikçe büyüyen kalp atışları. Bahçelerin duvarlarına tutuna tutuna yoluna devam etti. Bildiği, bilmediği, birbirini yuta yuta tüketiyordu. Niye ve nereye olduğunu bilmediği adımları yavaşladı. Burnuna ekmek kokusu doldu sokağındaki gibi. Saptı.
…


      Çemberlitaş. Türkiye Gazeteciler Birliği Basın Müzesi.

      Polislerin alanı çevrelemesi yirmi dakika sürdü.Bu sefer uzman ekipler tarafından beş dakikada patlatılan Hafize Annenin yeşil pazar çantası, domatesleri, kabakları, adres yazılı kağıdı, dünya ile tek bağlantısıydı. Halk meraklı, sabırsız. Herbir nefes içinde çeşit çeşit beklediğine değecek küçürekler yazmakta. 
-Bombaymış… Gece karnlıkta bizim oğlan bir grup insan görmüş. Kahpeler,onlar koymuş.
 -İşimiz gücümüz var ya… Açın şu trafiği,yandan yandan aksın.
 -Duydunuz mu ? Bombaymış. Başbakan geçecekmiş…
-Kaç kişi ölmüş?
-Ne ölüsü be abim … Tövbe tövbeeee. Sabah sabah heyecan arıyorsunuz. Belli ki lavuğun biri poşetini unuttu, şimdi döne döne arıyordur. Olan bize oldu kaç saattir buradayız.
…
 Sevil girdiği ikinci dükkanda tezgahtan çekiştirdiği lacivert üzerine beyaz puanlı tişörte sığma ihtimallerini hesaplarken Hafize Anne’yi zihninin epey gerisine atmıştı bile. Patlama sesi bir an herkesi dondurdu. 
      Ve içe dolan ilahi ses “Motor!”.  Ve hareket başlar. 
      Yokuş yukarı dönüşe geçti. 
“Tüh tüh tüh … Ne yaptı acaba?” 
Koridora alelacele bırakılan torbalar kendi kendilerine zemine yerleşe dursun, Sevil üst kata çıkmıştı bile. Umutsuzca çalınan zilin sayısı arttıkça yanaklarını al bastı, içi bulandı.
 “Ne derim…”  
Koşa koşa evine indi. Koridordaki torbalar gözünün içine suçlarcasına bakıyordu. Torbalara koştu. Telefona koştu. Telefonu alıp torbalara döndü. Sebzeleri buzdolabına , puanlı bluzu dolabın dibine tıktı. 
-Kız Melek, neredesiniz? Size uğradım , bulamayınca merak ettim. 
Melek terliklerini şakırdata şakırdata, sinirini doldurup boşalta dördüncü kattan aşağı indi. Sevil yukarı çıktı. Bir hışım çevirdi anahtarı Melek. 
-Anne neredesin. Duymuyor musun? Bir huzur yok valla. Anne…cevap versene! Anne? Ay kız yok valla! 
-Kilitlemedin mi kapıyı? -Yok. Zeliha kahveyi ocağa koydum deyince… 
-Bana haber vermek yok! 
- Kız şimdi sırasımı, koş bulalım şunu. Selim de yok. Selim’e ne derim? “Gidişin olsun da,dönüşün olmasın innnşallahhh.”
…

      Ekmek kokan sokak sakininin çığlığı hem aşağı, hem yukarı mahalleliyi polisin gelişinden yarım saat önce topladı. Görünmez Tayyare Parmaksız İsmail iki sokak aşağıda kaldırım kenarında görünür oldu azılı katil adıyla aranınca. Feri sönmüş gözlerle oturuyordu. Yedekli bali kutuları torbada,elinde kemirilmiş sandviç. Hatırlamadığı zaman içinde bir günlük yevmiye bedeline verdiği Hafize Anne’nin yirmi iki ayar bilezikleri, yer altında, altın atölyesinde on sekiz ayar kazanında eriyordu el altından piyasaya sürülmek üzere yirmi dört ayar niyetine.
“Fena bir şey oldu…midem… ne oldu? Ne oldu? Kimin kanı bu?”
  Sessizliğinde , bulanıklığında dalgalanıyordu. Yaklaşan kalabalık öğüre öğüre kusan azılıdan bir adım geri kaçtı. 
-Aman tehlikeli! Polis gelene kadar kimse yaklaşmasın. Kaçmaya kalkarsa vurur indiririm. Kimse yaklaşmasın silahı da olabilir.
“Parmağım mı kesildi? ” 
Olmayan küçük parmağına baktı
” Yok o eski… Ne oldu? Bu kan, bu kalabalık” 
İsmail öğürdü. Halk bir adım geri kaçtı. 
Başını kaldırdı İsmail ellerinde coplarıyla iki polis yaklaşmakta.
 -Ne yaptım?…
…
 
     - Alooo…alo Selim…beni duyuyor musun? Alooo… Selim ben Melek…
- …
- Yok yok ağlamıyorum… evet, ben iş yaparken kaçıvermiş. Saklı anahtarı bulmuş… ağlamıyorum…tamam…sen de ağlama.
- …
- Evet Necmi Baba’nın üstüne gömülecek, konuştum imamla on yıldan fazla olmuş, gömülebilirmiş…
- …
- Evet yetişemezsin, işlerini bitir ilk uçakla gel…tamam ağlamayacağım…sen de yıpratma kendini. Kurtuldu deyip avunacağız çare yok. Ben herşeyi tam ona layık yaparım merak etme sen. Zeliha var,Sevil var…eksik olmasınlar…yok yok ağlamıyorum.
….
      
Dava sıralarını bekleyen azılılar. Elleri kelepçeli, gözleri öğlen arası tavla oynayan iki memurun oyununda. Kriz içinde her hücresi, içi titriyor İsmail’in.
- Kırsana amirim yaa.
- Hah ha ha… Ben işimi biliyorum, sen kaç yıl yiyeceğine bak Parlak Ömer! 
- Ne be abi… ha orası,ha burası. Bok çukuru.
…..

     Gazete sayfaları ile örtülü maktul Hafize Anne , komşu kadının televizyonda dizi seyrederken ayıkladığı Ayşekadın fasulyenin altındaki gazetede,basılı bir desen olmuş yatıyordu boylu boyunca. Reklam arası komşu kadının gözüne takılır gazete kupürü. 
“İki altın bilezik için yaşlı kadını öldüren tinerci tutuklandı. “
     - Oh olmuş! Boyu devrilesice…

     Dizi kaldığı yerden devam eder.
devamını oku

30 Ağustos 2013 Cuma

Kahraman

Kahramanım filmin ilk yarısında öldü. İnanamıyorum. Mısırlar boğazıma takıldı. Öksürüyorum. Boğazım kupkuru. Yutkunsam öleceğim. Çıkıpta gidemiyorum. Her taraf karanlık. Ara olsun istiyorum. Biraz ara ve ardından ışık yansın. Komik bir şeyler olsun perdede renkli, rüyaymış gibi. Rüyaya dalayım kahramansız bölümü rüya olarak göreyim. Gözlerim açılsın ve çok kötü bir rüya gördüm diyeyim. Işık yanmıyor. Film gözlerimde karardı. Bir gözüm o saniyeye takılı, diğeri akan görüntülerde sanki. Belki... belki yanlış algılamışımdır diye  çaresiz ve bilinçsiz, hızla yüzünü arıyorum. Geçtiği yerler, değdiği insanlar ... hepsinde izini sürüyorum. Anlam artık yok. Bir koşuşturma, bir kaos. Tam gölgesine ulaşmışken ışık yanıyor. Ara. İstemiyorum arayı. Kaybediyorum, huzursuzum. Şaşkınım, kararsızım, elimde yarısı boşalmış mısır külahı.
devamını oku

27 Ağustos 2013 Salı

Bulut


Bulutsuz günler, daha doğrusu yağmursuz, sıcak, bunaltıcı. Vücudum yapış yapış. İçimdeki su hücrelerimden dışarı sızıyor. Akıyorum alnımdan, kollarımdan, sırtımdan, en çok da göğüs aramdan. Ateş patlamaları, iç yanmaları. Akıyorum. Aktıkça buharlaşıyorum, etrafı kaplıyor buğum. Hafifleşiyor bir yanım, gidip insanlara değiyor. Klimanın hortumunda yoğuşup sokağa sızıyorum kimi zaman. Bazen bulut oluyorum. En çok da bunu seviyorum. Güneşin yakıcılığına gölge çekiyorum. Güneşin önünde darmadağın bir damla su. Rüzgar beni savuruyor. Bir başka ilçeye, belki de şehre. Dağla karşılaşıyorum, yamacına tutunup soğuyorum, yağıveriyorum belki bir domatesin üstüne.
Hava sıcak. Vücudum yapış yapış. Hem yürüyorum, hem bulut oluyorum yağmaya belki çocuğuna öfkeli bir babanın anlına. 
devamını oku

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Yolcu


Elindeki kitabı gören ,okuduğunu sanıyordu.
Satırlar arasında kaybolduğunu anlamamak için geçip gidiyor olmak lazımdı...yoldan da,hayatından da.
O kalanla hesaplaşıyordu... az da olsa kalanla.
Gözlerinin ve ruhunun yaşlanmasına yetecek kadar kalanla...
devamını oku

23 Ağustos 2013 Cuma

Çıkmaz Sokak


Muhtarın kapısına dayandım, akşamın son saati. Kapanmadan hemen önce. Yağmura rağmen, ertelemeden.
- İçim acıyor Muhtar Efendiii, içim acıyor. Problemlerimi çözemiyorum , hep kafam karışık. Hiç bir işim sonuca varmıyor.
Gözlüğünün üstünden mavi gözleri sabit baktı.
- Anlamadın değil mi?
- Anlayamadım kızım. Nasıl yardımcı olayım? 
- Nerede oturuyorsunuz? 
- Bu cadde üzerinde. Hayırdır?
- Hayırdır, size hayırdır tabii. Akış içindesiniz. Gürültülü de olsa akış içinde. Tamam ara sıra çıldırtan tıkanmalar oluyordur ama çözülüp yine akış devam ediyordur.
Göz bebekleri sağa sola hızla hareket etmeye başladı. Belli durağan bir şey yok hayatında. 
-Ben nerede oturuyorum biliyor musunuz?
- İkametgah mı almak isti...
-Hayır! 
- Posta kodunu...
- Hayır muhtar Efendiii, hayır. Sadece niye sokağımın başında koskoca bir çıkmaz sokak işareti var? Hem de kırmızı vurgulu, bunu öğrenmek istiyorum. O sokak benim evime çıkıyor. Benimki ile birlikte onbir ailenin evine daha. Ama köşeden döner dönmez gözüme giren tabela " Çıkmaz Sokak " Ruhum daralıyor. İşlerim hep çıkmaza giriyor.
-Ama o sokak çıkmaz sokak.
- Nereye çıkmaz? Hiç değilse bunu belirtsinler. Çıkar niye çıkmasın ? Her yere çıkar. Öncelikle evime çıkar. Komşularıma çıkar.Komşularımın bahçesinden geçerseniz aşağı yola da çıkarsınız. 
-Kızım bu trafik işareti. Arabalar...
-O zaman yabancı arabalara çıkmaz diye yazı versinler. Bunu bile bile girmeyin desinler. Girerseniz park edip bir kapıyı çalın desinler. Belki dostluğa çıkar. 
-Trafik kur...
- "Bu sokak içinde yaşayanlar kadardır" Nasıl ama? Daha hoş değil mi?
-Mecbu...
- O zaman nereye çıkmayacağını söyleyin. Bir ismi olsun. Mesela...mesela hayatta Boğaz Köprüsüne çıkmaz. "Köprü Çıkmazı " olsun.  Ben belirsiz bir sokakta yaşamak istemiyorum Muhtar Efendi. Gördümmü sadece köprüye çıkmaz diyeyim, karışmayayım. Öyle de bakmayın lütfen...

devamını oku

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Son Nokta

Söylemesen de biliyordum bittiğini. Zaten söylemedin. Yazdın. Küçücük bir paragraf virgüller ve soru işaretleriyle dolu. Okudum. Anladım. Bitti işte. 
Paragrafın sonunda son nokta. Hem de üç tane •••
devamını oku

19 Ağustos 2013 Pazartesi

...


Herkes yapıyor... doğru olmalı.
devamını oku
Blogger Template by Clairvo